![]() |
Sanat ve ideoloji |
Bir sanatçı ürettikleriyle mi hatırlanmalıdır; yoksa özel yaşamı etrafında gerçekleşenlerle mi..?
''Deha: Picasso'' isimli belgeseli izlerken bu soruyu daha güçlü biçimde kendime sordum.
SANATÇI VE TOPLUM
Gerçek bir sanatçıdan bahsediyorsak, sanatsal üretim onu hatırlamamızı ya da toplumda bıraktığı etkiyi değerlendirmemizi sağlayan biricik ölçüttür.Sanatçı sanatıyla topluma ve insanlığa ne bırakmıştır. Belirleyici olan budur; vereceğiniz cevap da dünyaya nereden baktığınızla ilintilidir.Picasso'nun "çalkantılı özel" hayatını anlatan Deha isimli belgeselin ilerleyen her aşaması, izleyiciye toplumcu gerçekçi bir ressam yerine, her çiçekten bal almaya çalışan, uçarı gönüllü bir adam potresi sunuyor.İtalya'da tanıştığı Ukraynalı Olga Khoklova ile evliliği, eşinin dik kafalı olması nedeniyle hayatından hiç eksik olmayan evlilik kavgaları ve aynı zamanda evliliğine paralel biçimde artan sanatsal şöhreti, sonrasında 17 yaşındaki Marie-Therese Walter ile sevgili olması; Olga'nın kıskançlık krizleri, öfke saçan mektuplar, sevgiliye hakaretler, ardından bir başka sevgili Dora Maar'ın ortaya çıkması, hiç kimseyi memnun etmeyen, hatta üzen aile yemekleri, tuhaf karşılaşmalar ve ünlü ressamın oğlu ve sevgilileriyle olan çatışmaları etrafında süren bir dizi sadakâtsizlik öyküsü, belgeselin temelini oluşturuyor.Picasso hakkında hiçbir şey ya da pek az şey bilen bir kimse bu belgeselden hayatı, karısı ve sevgilileriyle harcanmış bir adam sonucunu çıkarır.GUERNICAOysa Piscasso, 20. yüzyılın en önemli ressamıdır; dünya resim tarihinin de en önemlilerinden bir tanesidir. Guernica tablosunda insanlık tarihinin gördüğü en büyük katliamlardan bir tanesini gerçekleştiren Nazilerin, insan, hayvan, canlı tüm varlıkları nasıl insanlıktan çıkmışcasına yok ettiğini mükemmel bir imgelem gücüyle anlatmıştır.Öldüren ve ölen değişik şekillerde aynı tabloda karşı karşıya gelmektedir. Resimde gördüğümüz, sadece, yüksek irtifadan atılan bombaların parçaladığı bedenler değildir; ölüm anının insan ruhunda yarattığı kırılmadır, korku ve çığlıktır.Görmediği bir vahşeti bu kadar derinliğine duyumsayarak, resmeden bir sanatçıyı sadece kadınlarla olan ilişkisiyle ele almak, insanlık tarihine kazandırdığı büyük toplumcu eserleri unutturma çabasından başka bir şey olamaz.BÜYÜK TOPLUMSAL DUYARLILIKAynı şey çoğu zaman Nazım Hikmet için de yapılmıştır. Evlilikleri, ayrılıkları şiirinin önüne konmuştur.Oysa Nazım Hikmet ve Pablo Picasso "kadınlarla olan sorunlu ilişkileri" nedeniyle dünyanın tanıdığı büyük sanatçılar olmamışlardır. Yaşamayı ve insanı sevdikleri için büyüktürler; yaşamın acılarını ve sevincini büyük sanatsal dehâlarıyla anlattıkları için insanlığa mâl olmuşlardır.Hayatlarını okumak ve öğrenmek sanat anlayışlarını daha iyi kavramamızı sağlar hiç kuşkusuz; fakat onları özel hayatlarıyla anlatmak ucuz bir karalama çabasından öteye gitmez.TÜRK SOL HAREKETİ, SOSYALİST SİNEMA VE YILMAZ GÜNEYYakın zamanda bu çerçevede yapılan bir başka tartışma da, Yılmaz Güney ile ilgiliydi. Aynı şeyi onun için de söyleyebiliriz. Özel hayatında yaptıkları/yaşadıklarıyla, sosyalist gerçekçi sinema anlayışını ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Yol ve Sürü filmleri orta çağdan kalma ilişkilerin varlığını, olanca kuvvetiyle, sürdürdüğü bir süreci, gerçekçi bir biçimde ele alır. Tam da sosyalist gerçekçi sinema anlayışına uygun biçimde, yoruma yer bırakmaz... filmin kişileri, gerçekte yaşananları olduğu gibi anlatırlar. Eşitsizlik, kişiler ve toplum içindeki vahşi sömürü ilişkisi mükemmele yakın biçimde tasvir edilir. Özellikle bu iki filmi kült eser niteliğindedir; toplumcu ve gerçekçidir.Kişisel tarihindeki cinayetler, kadına yönelik yaklaşımını elbette ki eleştiri konusu olabilir; ama onun Türk sinemasına kazandırdıklarını ortadan kaldırmaz. Ayrıca hayatının son bölümünde, Paris'teyken, takındığı siyasal tutum da eleştiriye son derece açık. Türk topraklarında bağımsız bir Kürdistan istemek, üniter devleti ortadan kaldırmaya çalışmak, ancak emperyalizmin isteyeceği bir şeydir. Irak ve Suriye'de bunu yaptılar; öncesinde Yugoslavya'yı parçalara ayırarak kolay yönetilebilir hâle getirdiler. Bir sol hareketin belirleyici özelliği anti - emperyalist olmasıdır. Ortadoğu ve özel olarak Suriye'nin kuzeyindeki gelişmelere baktığımızda, Türkiye'nin bir numaralı düşmanı Abd'dir. Düşmana karşı en ileri anti - emperyalist mevzi ise üniter/ulusal devletttir.Bölünmeyi istemek ya da bölücülüğe prim vermek, Türkiye'de kendini sol olarak gösteren pek çok çevrenin temel açmazı hâline geldi.Türk devrimini anlamadan gerçek bir sol hareket yaratılamaz. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyetlerle ve Jön Türk hareketiyle devam eden, Türk Devrimi, Cumhuriyet'le doruk noktasına ulaştı. Devrimin en büyük kazanımı, ulusal, modern devlet. Milli demokratik devrimin kazanımı olan ulus devleti korumadan, girişilebilecek ileri bir hareket bulunmamaktadır. Kapitalizmi aşma düşüncesini gerçeğe dönüştürmek için de elinizde bölünmez bir ulusal devlet olmak zorundadır. Bu nedenle bölücülük emperyalizmden yanadır, ulusalcılık ve ulus devlet, emperyalizme karşıdır. Emperyalizmle yanyana gelmiş bir sol harekat olamaz. Böyle bir şeye sol denemez.Yılmaz Güney, sosyalist gerçekçi sinemanın temsilcisidir ve onu sanatçı olarak sinemasıyla değerlendirmek gerekir. Ama bağımsız bir Kürdistan talebi ve özel hayatı başka bir tartışmanın konusudur ve sinema eserlerinden bağımsız ele alınmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder