![]() |
İstanbul Kırmızısı kederli bir hikâye |
"İstanbul Kırmızısı..."
En sevdiğim, aşık olduğum renk kırmızının İstanbul'la çok fazla ilgisini kuramıyorum; filmde ana karakterlerden Deniz'in cep telefonunun, annesine sürdüğü ojenin, boğaza nazır yalının boyasının ve Yusuf'un giydiği ceketin renginin kırmızı olması dışında soyut veya somut olarak üzerinde durabileceğimiz bir kırmızılık yok.
Yönetmen Ferzan Özpetek, filmde aynı adı taşıyan romanı çıkış noktası olarak belirlemiş, ancak filmde karakter ve karakterlerin öncelikleri revize edilmiş.
Almodóvar yakınlığı
Özpetek sıkı sıkıya sarıldığı eşcinsellik temasından bu filminde de vazgeçmemiş; bu haliyle bir Almodóvar tutumuyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. (Fakat asla Almodóvar'daki bayağılaşmayı görmüyoruz).
Ünlü İspanyol yönetmen Pedro Almodóvar, "Annem Hakkında Herşey"den tutun da "Dönüş", "Kırık Kucaklaşmalar" ve en sonunda "İçinde Yaşadığım Deri"ye kadar bütün filmlerinde başat ya da yan öğe olarak eşcinselliği kullanıyor, kadın egemen bir evren kuruyor erkeği zayıf gösteriyor; buna rağmen sıcak/renkli iç mekânlar, mükellef ya da sevimli sofralar filmografisini unutulmaz kılan unsurlar olarak dikkat çekiyor.
Bu anlamda Özpetek ile Almodóvar arasında kendine özel bir benzerlik olduğunu düşünüyorum.
İstanbul Kırmızısı'nda diğer pek çok filminde olduğu gibi asıl temayı yine bir "eşcinsel aşkı" üzerine kurma gayreti içerisinde yönetmen; ki biz bunu filmin gelişim aşamasında sezinlemekle birlikte; ancak final bölümünde anlayabiliyoruz. Öyle oluyor; çünkü olay örgüsü son derece dağınık. Filmi izleyen pek çok kişiden duyduğum, "tam bir hayal kırıklığı" tespitinin ardında da bu olsa gerekir.
Çok şey anlatma kaygısı, çoğu zaman olduğu gibi filmsel bütünlüğü ortadan kaldırıyor; hepsi birbiriyle yarışabilecek pek çok episodun arka arkaya dizilmesinden oluşan bir kolaj film havası veriyor.
Sıkıcı eşcinsel klişeleri
Anlatılmak istenen baskılanmış bir "eşcinsel aşkın" etrafında kümelenen parçalanmış hayatlar mı (?), ki Öztepek'in bu eşcinsel klişesinden sıkılmış durumdayım, kendi burjuva ekonomik gerçekliğinin üzerine çelişik biçimde aristokratik bir takım ilkeler kondurma çabası içerisindeki zengin bir ailenin mutsuzluğu mu (?), bir yazarın trajizme boğulmuş geçmişiyle yüzleşmesi mi (?) özgür olduğunu düşünen yetkin bir kadının özgürce karar verememe sorunu mu (?) Aşkın imkânsızlığı mı (?) yoksa İstanbul'un güzel, kederli yüzü mü (?). Satır arasında bir de göç, yoksulluk, "etnisite sorunsalı" var.
Gerçek temanın ne olduğu konusunda karar vermek bir hayli zor. Olay örgüsünün başarısız yapısına doğru orantılı biçimde final sahnesi de şaşırtıcı olmaktan uzak: Yazar kendini Yusuf'un söylediği gibi tehlikeli, ama fantastik olan boğazın serin sularına bırakır, kulaç atmaya başlar, görüntü kırmızıya döner.
Havadan çekilmiş boğaz ve gökdelen manzaraları, Galata'nın tarihi sokakları olabildiğince renkli biçimde sizi karşılıyor. İstanbul'un 30 farklı yerinde çekimler yapılmış. Görüntü yönetmenliği o kadar başarılı ki Mecidiyeköy'ün üstünden geçen çevre yolunun güzel görünebileceğini 40 yıl düşünsem aklıma getiremezdim. Bu, filmin teknik açıdan hanesine yazılabilecek bir artı puan; fakat fazlasıyla didaktik bir metinle karşı karşıya olduğumuz gerçeğine de kayıtsız kalmamak gerekir.
Kitap film
Home party sahnesinde evsahibi "filozof yazarın" "İstanbul bir sürtük gibidir, herkesi kabul eder" sözü bir anda irkilmenize neden olurken, sonrasında gelen, aşka ve hayata dair öğreticilik kaygısı içeren sözler filmi kitap okur gibi izlemenizi sağlıyor. Sinemanın romana yakın durmasını sağlayan nadir yöntemlerden bir tanesi olabilir.
''Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim. Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin var olduğunu öğrendim. Çünkü temelde aşık olmayı açıklayacak bir neden asla yoktur. Sadece olur.''
Akşam yemeği ve karakol/ifade verme sahnesinde polisiye - gerilim türüne özgü bir çatışma ve çözülme metni kullanılıyor, ki bu final sahnesine kadar kendini düşük yoğunluklu da olsa hissettiriyor.
Bir gizem, Deniz'in birdenbire ortadan kayboluşu; ancak öldüğüne son bölümde kanaat getiriyoruz. Sanırım neden öldü sorusunun cevabı da izleyiciye bırakılıyor. Acaba ölümü herkesin kendi kederli yaşantısıyla yüzleşmesi için miydi.
İstanbul nereden baktığınıza bağlı olarak renkli bir kent olabilir; ama filmde keder baskın olan karakteri.
İstanbul Kırmızısı tüm eleştirilere, olay örgüsündeki sorunlara karşın hüznü, trajizmi, aşkı ya da aşkın imkânsızlığını hissettiriyor; bireysel acıyı görmenize kapı aralıyor.
Bu nedenle sinema salonundan hayal kırıklığıyla ayrıldığımı söyleyemem.
https://twitter.com/mozgursancar
Almodóvar yakınlığı
Özpetek sıkı sıkıya sarıldığı eşcinsellik temasından bu filminde de vazgeçmemiş; bu haliyle bir Almodóvar tutumuyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. (Fakat asla Almodóvar'daki bayağılaşmayı görmüyoruz).
Ünlü İspanyol yönetmen Pedro Almodóvar, "Annem Hakkında Herşey"den tutun da "Dönüş", "Kırık Kucaklaşmalar" ve en sonunda "İçinde Yaşadığım Deri"ye kadar bütün filmlerinde başat ya da yan öğe olarak eşcinselliği kullanıyor, kadın egemen bir evren kuruyor erkeği zayıf gösteriyor; buna rağmen sıcak/renkli iç mekânlar, mükellef ya da sevimli sofralar filmografisini unutulmaz kılan unsurlar olarak dikkat çekiyor.
Bu anlamda Özpetek ile Almodóvar arasında kendine özel bir benzerlik olduğunu düşünüyorum.
İstanbul Kırmızısı'nda diğer pek çok filminde olduğu gibi asıl temayı yine bir "eşcinsel aşkı" üzerine kurma gayreti içerisinde yönetmen; ki biz bunu filmin gelişim aşamasında sezinlemekle birlikte; ancak final bölümünde anlayabiliyoruz. Öyle oluyor; çünkü olay örgüsü son derece dağınık. Filmi izleyen pek çok kişiden duyduğum, "tam bir hayal kırıklığı" tespitinin ardında da bu olsa gerekir.
Çok şey anlatma kaygısı, çoğu zaman olduğu gibi filmsel bütünlüğü ortadan kaldırıyor; hepsi birbiriyle yarışabilecek pek çok episodun arka arkaya dizilmesinden oluşan bir kolaj film havası veriyor.
Sıkıcı eşcinsel klişeleri
Anlatılmak istenen baskılanmış bir "eşcinsel aşkın" etrafında kümelenen parçalanmış hayatlar mı (?), ki Öztepek'in bu eşcinsel klişesinden sıkılmış durumdayım, kendi burjuva ekonomik gerçekliğinin üzerine çelişik biçimde aristokratik bir takım ilkeler kondurma çabası içerisindeki zengin bir ailenin mutsuzluğu mu (?), bir yazarın trajizme boğulmuş geçmişiyle yüzleşmesi mi (?) özgür olduğunu düşünen yetkin bir kadının özgürce karar verememe sorunu mu (?) Aşkın imkânsızlığı mı (?) yoksa İstanbul'un güzel, kederli yüzü mü (?). Satır arasında bir de göç, yoksulluk, "etnisite sorunsalı" var.
Gerçek temanın ne olduğu konusunda karar vermek bir hayli zor. Olay örgüsünün başarısız yapısına doğru orantılı biçimde final sahnesi de şaşırtıcı olmaktan uzak: Yazar kendini Yusuf'un söylediği gibi tehlikeli, ama fantastik olan boğazın serin sularına bırakır, kulaç atmaya başlar, görüntü kırmızıya döner.
Havadan çekilmiş boğaz ve gökdelen manzaraları, Galata'nın tarihi sokakları olabildiğince renkli biçimde sizi karşılıyor. İstanbul'un 30 farklı yerinde çekimler yapılmış. Görüntü yönetmenliği o kadar başarılı ki Mecidiyeköy'ün üstünden geçen çevre yolunun güzel görünebileceğini 40 yıl düşünsem aklıma getiremezdim. Bu, filmin teknik açıdan hanesine yazılabilecek bir artı puan; fakat fazlasıyla didaktik bir metinle karşı karşıya olduğumuz gerçeğine de kayıtsız kalmamak gerekir.
Kitap film
Home party sahnesinde evsahibi "filozof yazarın" "İstanbul bir sürtük gibidir, herkesi kabul eder" sözü bir anda irkilmenize neden olurken, sonrasında gelen, aşka ve hayata dair öğreticilik kaygısı içeren sözler filmi kitap okur gibi izlemenizi sağlıyor. Sinemanın romana yakın durmasını sağlayan nadir yöntemlerden bir tanesi olabilir.
''Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim. Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin var olduğunu öğrendim. Çünkü temelde aşık olmayı açıklayacak bir neden asla yoktur. Sadece olur.''
Akşam yemeği ve karakol/ifade verme sahnesinde polisiye - gerilim türüne özgü bir çatışma ve çözülme metni kullanılıyor, ki bu final sahnesine kadar kendini düşük yoğunluklu da olsa hissettiriyor.
Bir gizem, Deniz'in birdenbire ortadan kayboluşu; ancak öldüğüne son bölümde kanaat getiriyoruz. Sanırım neden öldü sorusunun cevabı da izleyiciye bırakılıyor. Acaba ölümü herkesin kendi kederli yaşantısıyla yüzleşmesi için miydi.
İstanbul nereden baktığınıza bağlı olarak renkli bir kent olabilir; ama filmde keder baskın olan karakteri.
İstanbul Kırmızısı tüm eleştirilere, olay örgüsündeki sorunlara karşın hüznü, trajizmi, aşkı ya da aşkın imkânsızlığını hissettiriyor; bireysel acıyı görmenize kapı aralıyor.
Bu nedenle sinema salonundan hayal kırıklığıyla ayrıldığımı söyleyemem.
https://twitter.com/mozgursancar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder